Dogmamış Kızımla Yazışmalar -3-

 

Her şey ruhun kendini ifadesiydi. Şimdi en yüce, en doyuran ifade kendini bütünüyle piyanosuna vermiş, tuşları okşarcasına gezinen parmaklarıyla her bir notada irkilen piyanist hassaslığıdır yazmak. Artık her şey nefis bir ifadeye dönüşecek adı yazar olan ruhun eşsizliginde… Hesapsız, ne yazacağını düşünmeden dökülecek kelimeler bir bir, zihnin çok ötesindeki sınırsız bir aydınlıktan. Her an doğabilecek eşsiz bir yaratıya gebedir…

Bu yazıyı eşsiz kılan senin varlığındır kızım. Sana kızım demek, seni ‘bir tane’ yapmak kısıtlar seni diye de çekiniyorum doğrusu. Eşsizliğinin bu kadar farkında oluşumdandır çekincem. Şimdi parmaklarımı sana bırakıyorum, tuşlarda gezinen ol sen.

“Bir kaç şey var… Bolluğu anlamaya çalışmanıza şaşıyorum. Buradan bakınca en çok dikkat çeken iki şeyiniz var: birincisi bollukta, ikincisi de şifada zorlanmanız. İkisi de bolluğu anlamamanızdan kaynaklanıyor. Bolluk zaten var, onu aramak yersiz. Sevgi aranır mı? O özümüz, ne diye arayalım ki? Burada her ruh bolluk ve sevgi içindedir, dünyaya da böyle doğar. Sonra kalıplarınızla onları kısıtlarsınız. Çocukları korkularla doldurur, onlara yokluk bilinci yüklersiniz.

Bir kral vardı. Dünyanın kendi sarayından ibaret olduğunu sanıyordu. Bir gün ona sarayın dışında çok büyük bir dünyanın olduğunu söylediler. Ama orası tehlikelerle doluydu. Açlık, yokluk, her türlü acı vardı orada.

“Acı mı”, diye sordu genç kral. Acı da nedir?”

“Aç, yoksun kalmaktır sahip olabileceğin şeylerden. Sarayını yitirmek gibi.” dediler bilgeler. Oradaki insanlar “sarayını yitirmiş olanlar”dı. Kral o günden sonra acıyı merak etmeye başladı. Dışardaki dünyaya gidecek, acıyı tanıyıp gelecekti. Sarayını terk ederken yanına hiç bir şey almadı.

Dışarısı çok değişikti. Gürültülü sokaklar, satıcılar, dilenciler, fahişeler, hayvanlar… hersey birbirine karışmıştı. Kral akşama kadar dolaştığı cüzzamlılar ve hasta kalabalıkları arasında acıyı anlamaya çalıştı. Gece bir kaç dilenciyle bir köprü altında yattı. Karnı açtı ve acı çekiyordu.. Sabah olunca daha fazla dayanamadı, ağaç yapraklarını yemeye başladı. Ardından yaralı köylülerin yaralarını iyileştirmek için çamurdan ilaçlar kullanıldığını gördü. Dilencilerle, alimlerle, dindarlarla, şifacılarla karşılaştı. Kadın, erkek, çocuk; hepsi de acı çekiyordu. Ortak oldukları tek şey acıydı... Acıyı tam olarak anlayabilmek için burada, “sarayını yitirmiş karal ve kraliçelerin arasında” uzun bir süre geçirmesi gerektiğine karar verdi. Yıllarca aç, susuz, kavga ve gürültü arasında acının ve yokluğun bin bir çeşidini tanıdı.

Kral, bu acılar dünyasında, herkesin kendileri ve başkaları için acıyı biraz daha büyütmeye katkıda bulunduğunu, acının da yaratılan bir şey olduğunu anlamıştı. O göklerden inmiyor, bilinçli olarak yaratılıyordu. Bu yaratıyı durdurmanın, acının artık olamayacağı bir duruma yükselmenin bir yolu bulunabilir miydi? Arayış sürdü… Ta ki bir gün, kendinden geçerek ulaştığı bir ruh haline kadar. Acı bitmişti. O günden sonra bunu herkese öğretmeye başladı.

Kral sarayına döndü. O günden sonra sarayın kapılarını herkese açtı. Dünyanın bir saray olduğunu, tüm insanların bu dünyanın kral ve kraliçeleri olduğunu öğretiyordu. Acının, ancak sen onu yaratmayı durdurdugunda biteceğininden bahsediyordu. Ve acı varsa, “ilerleyecek yolun, yapacak işin var” diyordu. Dünyanın bir gün acının olmadığı bir yer olacağını müjdeliyordu. İnsanlar ona BUDA dediler… bu aydınlanmış olan demekti. O ise herkesin BUDA olabileceğini, dahası olması gerektigini anlatıyordu. Acı ancak o zaman son bulabilirdi.

İnsan tarihiniz Buda gibi olmaya çalışan taklitçilerle dolu. BUDA gibi değil, BUDA olun. Yani aydınlanmış olun… Bu bedensel ölümünüze neden olsa bile bunu yapın. Sevgi yağmurları ancak o zaman yağabilir susuzluktan kurumuş acı dolu ruhlarınıza.



Yorum bırakın